Hayat Cebe Sığar Mı?

QNBEYOND ekibinin 2023 yılına dair hazırladığı trend raporu blog sayfamızda! "Hayat Cebe Sığar Mı" yazısı, finansal sağlığa ve mobil uygulamalar üzerinde gelişen bankacılığa odaklanıyor.

 

Okuma süresi: 10 dakika

Deniz Karaman Enpara International Strategic Planning Growth Lead 01 ŞUB 2023

İnsanlar takvim sayfalarına yıllardır hak ettiğinden fazla önem addetmeleri ile tanınırlar. Çoğunlukla sadece miladi takvime göre geçmişte gerçekleşmiş bir olayın sene-i devriyesi olsa da sanki ilgili olay bugün olmuşçasına o anı tekrar kutlar veya anarlar. Önemi tartışmaya açık olmayan bu tarih, bazen (çoğunlukla kendilerinin) doğumunu veya sevdikleri bir kişinin üzücü vefatını simgeliyor olabileceği gibi bazen de işin aslına bakılırsa, artık ölmeye yüz tutmuş bir meslek olan takvim imalatçıları dışında da kimseyi ilgilendirmeyen takvimde görünen o 1 Ocak yazısı olabilir. Bu tarihi yad etme geleneği bireylerden toplumlara doğru yükselince daha da önemli hale gelir zira bu gelenek, toplum hafızasını canlı tutabilmek için halkın ve çoğunlukla kendi amaçları doğrultusunda bu geleneği kullanan güç sahiplerinin elindeki en önemli yöntemlerden biridir. Teknoloji ve hızlı bilgi çağının etkisiyle dün ne yediğini dahi hatırlamakta zorlanan yeni nesiller için gündelik hayatın koşuşturması içinde hayatını geçmişteki önemli olayların sağladığı çerçeve içinde değerlendirmek, aslında normal şartlarda sahip olmadığımız bir lüks. Bu yüzden de daha birkaç satır önce insanların tarihlere fazla önem addettiğini belirtsem de aslında doğru bakış açısı altında tarihin kendisini belirli takvim günleri üzerinden incelemek basit ama hayatımıza da değer katan bir gelişim aracı.



Bir tarih için her sorduğunuz farklı kişiden farklı tepkiler alabilirsiniz; bazıları ağlar, bazıları ise kendinden geçmişçesine kutlamaya başlar. 11 Mart da böyle tarihlerden biri; örneğin bu yazıyı Litvanya’da okuyor olsaydınız muhtemelen Litvanya’nın Sovyetler Birliği’nden ayrılışının 32. yılını kutladığımı, yakın dönem Türkiye tarihçisiyseniz Türkiye’nin IMF’ye katılışının yıldönümünü veya bir doktorsanız ve tarihe meraklıysanız Alexander Fleming’in ölüm yıldönümünden bahsettiğimi zannedebilirdiniz. Litvanyalılardan özür dilerim ama bu yazının konusunun bunlarla hiçbir ilgisi yok (konu uzatmak istenirse IMF ve Fleming ile uzak bir bağlantı kurulabilir). Biz bunun yerine tarih alıştırmamıza daha yakın bir tarih olan 11 Mart 2020’den başlayacağız; Türkiye’de ilk Covid vakasının ortaya çıktığının açıklandığı gün. O günlerde daha habersizdik fakat 11 Mart’ta hayatımıza giren bu durum, günlük hayatlarımızın göbeğine oturan ve iki buçuk yılı aşkın bir süredir kaldırmaya çalıştığımız kocaman bir kaya parçası. Artık kımıldamaya başladı ama tamamen kalktığı zaman arkasında bıraktığı “biz”lerin üç yıl önceki “biz”den oldukça farklı olacağı şüphesiz. Şu anda geriye dönüp baktığımda o zamanlar ne kadar da naif bir bakış açımız varmış demekten kendimi alamıyorum. Bu hastalık daha bize çok uzak görünürken, 2019 sonu, 2020 başlarında, çoğumuz aynı Ebola veya SARS gibi, uzaklarda, belki hayatımızda hiç görmeyeceğimiz bir ülkede çıkan ve yine orada bitecek bir hastalık gibi bakıyorduk.

Hatırlarsanız Çin’den korkunç görüntüler geliyordu; evlerine kilitlenen hastalar, yolda bayılan insanlar… Gelen görüntülerde sokaklarda maske ile dolaşan insanları görünce, “ne kadar da disiplinliler, hemen uyum sağlamışlar, bizim ülkemizde olsa kimse önemsemezdi” diye aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum. 11 Mart tarihi ile hayatımıza giren Covid günlük hayatlarımızı temelinden değiştirdiği gibi beni de haksız çıkardı. Halbuki insanoğlunun hayatı tehlikedeyse her zaman uyum sağlayabileceğini düşünmem gerekirdi, evrimsel tarihin en önemli ilkesi budur.

Pandeminin başlangıcından itibaren iki buçuk yılı geride bıraktık, aradan geçen zamanda yaşadığımız zorluklar herkesin hafızasında canlı, bunların üzerinden tekrar geçmeyeceğim. Bu arada geçen sürede modern tıp her zamanki gibi imdadımıza yetişti (uzatmak isteseydim Fleming göndermesi burada yerini alacaktı) ve aşıların da etkisiyle artık o kocaman Covid kayasının arkasındaki güneş ışıklarını görmeye başladık. Fakat o güneş ışıkları parlak olduğu kadar o kayanın yarattığı toz huzmelerini de gözlerimize taşıyor.

Bizler, gelişmekte olan ülkelerde yaşayan halklar olarak enflasyonist dönemlere ve onun etkilerine biraz daha alışkınız ama uzun süreden sonra ilk defa gelişmiş ülkeler bile kendilerine göre yüksek bir enflasyon ile karşı karşıyalar. Yüksek enflasyon, üniversitede Ekonomi 101 dersine sabah zamanında kalkabilmişler için tek bir şey ifade ediyor; faizlerin yukarı yönlü hareketi ve sıkılaşma. Faizlerin yukarı yönlü hareketi ise yeni bir çıkış yolu bulunmazsa gelecekte büyümenin tersine dönmesi, işsizliğin artması, ekonomik eşitsizliğin daha da derinleşmesi ve dolayısıyla çok daha olumsuz günlerin habercisi. Gelişmiş ülkeler daha önce yapmadıkları bir tercihin eşiğindeler; enflasyonu kontrol altına alıp halkın alıştığı refahı sürdürebilmek için olası resesyon veya stagflasyona gerçekten hazırlar mı? Biz ülke olarak lisans seviyesindeki temel ekonomi tartışmalarını yapaduralım, gelişmiş ülkelerdeki ekonomistlerin ise bunu çözmek için lisansüstü ders notlarına göz atması gerekiyor.

Pandemi, şu anda Dünya’da yükselmekte olan ekonomik buhranın sebeplerinden biri olsa da tek sebebi tabii ki değil. Derin bir makroekonomik analiz yapmak bu yazının haddine olmasa da en azından daha sığ ve anlaşılabilir bir metot izleyebiliriz; bunun için de yine ufak bir tarih yolculuğu yapacağız. Kaya analojisine geri dönecek olursak, oturma odalarımızın ortasına düşen dev Covid kayasından önce de evimiz günlük gülistanlık değildi. Önceki dev kaya 2008 civarında düşmüş ve kayanın düşüşüyle çatıda oluşan dev yarığı anca onarabilmiş fakat mobilyalarımız hala paramparça, evimiz toz dumandı. 2008 yılında Dünya’yı vuran ve bazı önemli ekonomistlerin mevcut sistemin sonu-nun geldiğine inandıran Mortgage krizinden bahsediyorum tabi ki. Fed ve ECB, 2008 krizin-den toparlanmanın reçetesini parasal genişle-mede bulmuşlardı. Önce ayakta kalması gereken “too big to fail” kurumlara milyarlarca dolarlık devlet yardımları yapıldı, sonrasında da piyasanın çarkları dönmeye devam etsin denilerek piyasaya para akıtılmaya başlandı. Plan teoride güzeldi ama tabi ki para arzını sürekli arttırmanın yaratacağı enflasyon bu planın açık noktasıydı. Piyasaya verilen bu kaynak yatırımcılar üzerinden gelişmekte olan ülkelere akınca, gelişmiş ülkeler kısa dönemli enflasyon sorunundan uzak durmayı başardılar; bir anlamda enflasyonlarını gelişmekte olan ülkelere ihraç etmiş oldular. Planın ikinci fazı global ekonominin çarkları dönmeye başlayınca bu parasal genişlemeyi yavaş yavaş durdurup enflasyon sorununun kendilerine uğramadan sönmesini sağlamaktı. Bu ikinci faza geçilirken pandemi bütün planları bozdu. Pandemi ile birlikte gelen yavaşlama ve global tedarik zincirlerinde yaşanan aksaklıklar yavaş soğutma imkanını elden aldı; bunun sonucunda da bu günlerde, bir süre öncesine kadar ihraç ettikleri enflasyon bu büyük ekonomilere artık geri dönüyor. Bunun üstüne çıkan Rusya-Ukrayna savaşı ile ufukta görünen gıda ve enerji krizi, Çin-Tayvan gerginliği gelecekte bizi bekleyen umalım ki sadece ekonomik sıkıntıların tuzu biberi oldu. Türkiye ise bu büyük resimde kendi şahsına münhasır para politikasının getirdiği kur şokları ve dışa bağımlı ekonomisi ile maalesef negatif ayrışmaya devam ediyor.

Şu ana kadar gelecekte bizi bekleyen ekonomik sıkıntıların geniş çerçeveden bir değerlendirmesini yapmaya çalıştık fakat bu sorunların çözümü ne yazık ki bizim elimizde olmadığı gibi kolay da görünmüyor. Bu sorunlarla uğraşması gereken hem siyasi hem de para politika kurumlarındaki yetkililerin aklı başında kararlar alacağına inanmaktan başka elimizden bir şey gelmez -tarih bu tip durumlarda hep doğru kararların alındığını göstermiştir bildiğiniz gibi- fakat yine de bu sorunların bizim cebimizde yaratacağı kaçınılmaz sonuçlara karşı bilinçli olmakta fayda var. Görünen o ki önümüzdeki dönemde finansal sağlığımızdaki endişeler hayatımızı daha çok meşgul edecek. Bu sefer herkese uyacak ne bir genel planımız ne de bir aşımız var; herkesin bu süreci en az hasarla atlatması için kendi maskesini kendi yapması ve bu sefer hayatını evinden de küçük olan cebine sığdırması gerekecek. Bütçe güzel bir metafor olsa da zaten hali hazırda hayat cebimize sığıyor, hem de fiziksel anlamda. Her ne kadar hayat bundan ibaret değil diye karşı koymaya çalışsak da hayatımızın büyük bir kısmı artık cebimizde yer alan küçük telefonlara sığmış durumda. İşlerimizi oradan hallediyoruz, arkadaşlarımız, ailemizle onun üzerinden iletişim kuruyoruz, gerektiğinde onun üzerinden film izliyor, kitap okuyor, oyun oynuyor, haberleri takip ediyoruz. İnsanoğlunun rahata kolay alıştığı herkesin malumu ki zaten tarihimiz de teknolojinin hep bu yönde ilerlediğini gösterir. Fakat her şeyi evinizde, oturduğunuz yerden avuç içinize sığan bir aletten yapmaya bu sefer o kadar alıştık ki onu bir pranga olarak görmeye başladık. Sanki bu kendi hayatımızı kolaylaştıran bir teknoloji değil de bizi kölesi yapan bir sahip gibi telefona bakma yasakları koymaya başladık; her zamanki gibi yine kendi yarattığımız bir bağımlılıkla mücadele eder hale geldik. Psikolojik sorunlarımızı bir kenara bırakırsak aslında hayatlarımızın ne kadar kolaylaştığını reddedecek kimse yoktur diye tahmin ediyorum. Çok uzağa gitmeye gerek yok, 30 yıl öncesine kadar herhangi bir şeyi araştırmak istediğimizde o kalın Britannica ansiklopedilerini karıştırmamız, dışarıda birisiyle buluşmamız gerektiğinde onun unutmaması için dua etmemiz, herhangi bir şey satın almamız gerektiği zaman doğru dükkanı bilmek veya en basit banka işlemi için bile saatlerce bir banka şubesinde sıra beklemek gerekirdi. Hayatımızdaki her şeyin dijitalleşmesinin anlamı sadece teknolojik bir alet kullanmak kadar basit değil, aslında her şeyi artık kendimizin yapması gerekiyor. Özellikle bankacılık işlemleri için self servis bir hayata geçmiş durumdayız.

Artık bize yardım edecek bir banka personeli bulmak veya bütçemizi yapacak bir muhasebeci bulmak kolay değil, artık bizim bilinçli olup o önemli kararları vermemiz gerekiyor. Bu bir anlamda hayatımızın kontrolünü almak açısından avantaj olsa da özellikle finansal okur yazarlığın az olduğu bizim gibi ülkelerde büyük bir risk barındırıyor. Burada sadece sokaktaki sıradan vatandaşa değil kurumlara da büyük sorumluluk düşüyor.

Dijitalleşen ve self servis haline gelen hayatımızın en önemli ögelerinden biri de alışveriş ve harcamalarımız. Belki de tarihin en eski mesleklerinden biri tüccarlık olduğu içindir pandemiye kadar görece hala geleneksel kanallardan devam eden bu sektör pandemi ile birlikte en çok etkilenenlerden biri oldu. Burada iş modelindeki veya tedarik zincirlerindeki aksamalardan değil çok daha temel bir sorundan bahsediyorum; evlere kapanmamızla birlikte aslında fiziksel olarak alışveriş yapmak için o mağazalara gitme şansımız kalmadı. Bu durumda evimize alacağımız mobilyadan, en temel market alışverişimize kadar bütün harcamalarımız bir anda o avucumdaki cihazın içine girmek durumunda kaldı. Yavaş yavaş dijitalleşen bu sektörde çarklar kırıldı ve self servis hale doğal olarak gelmese de gelmek zorunda kaldı. İnsanoğlu olarak bu rahata da çok çabuk alıştık ve pandeminin etkilerinin azaldığı bu günlerde dahi o alışkanlıklarımızdan vazgeçmiyoruz. Pandemi bu zorunluluğu kendi başına getirmedi tabii ki, yavaş ilerleyen bir süreç için sadece bir katalizör görevi gördü. Fakat bu bir anda dijitalleşen harcamalar dünyasına ayak uydurmakta zorlanıyoruz. Bu değişim ne kadar hızlı olduysa bütçemizin kontrolü de o oranda zorlaştı. Artık fiziksel nakit parayı bir kenara bırakırsak kredi kartımızı fiziksel bir pos makinesine dahi sokmuyoruz. Telefonda birkaç tuşa basıyoruz ve 3 gün sonra kapımızın önüne belki de hayatımızda hiç kullanmayacağımız bir masaj aleti geliveriyor. Eminim ki o masaj aletini kendi mağazasında fiziksel olarak görsek daha doğru bir karar verebilirdik ama telefonun ekranında gördüğümüz o masaj aleti kutusu bize gerçek gelmiyor; herhangi bir bilgisayar oyununda satın aldığınız “item”dan farksız. Soyut düşünme yetimizin çok gelişmediği de düşünülürse kargo kutusunu açmadan bunu fark edemiyoruz. Hatta bu soyut harcama sorunu için Avrupa’da cash envelope adı verilen bir sistem popülerleşmeye başladı; insanlar adı üstünde her ay harcamalarını belirleyip ayrı zarflara koyuyor ve ödemelerini fiziksel olarak o zarfların içinden yapıyor. Böylece gerçekten para verme hissini tekrar yakaladıklarını iddia ediyorlar. Evdeki zarfların çalınma riskine karşılık geçen uykusuz geceler, bu yöntemin muhtemel anti-aging(!) yan faydası olarak düşünülebilir.

Bahsettiğimiz gibi, harcamalarımızdaki bu farkındalık eksikliğinin bütçemizde açacağı delik konusunda bizi uyaracak bir banka personeli ile ilişkimiz yok, bir muhasebecimiz de yok. Self servis hayatın anlamı artık her şeyin “biz”imle ilgili olması. Artan bireyselleşme de hayatın kontrolünün bizim elimizde olmasını beraberinde getiriyor. Bu hepimize bir sorumluluk yüklediği gibi beklentilerimizi de değiştirdi. Değişen dünya ile birlikte bir şirketle, dükkanla hatta banka ile kurduğumuz ilişki basit bir satıcı-müşteri ilişkisinin ötesine geçmiş durumda. Onlar hayatımızın parçası ve bundan dolayı da sadece bir şey satmaya çalışmaları bizi rahatsız ediyor. Kurumlar da bunun farkında ve artık satıştan çok müşterilerin hayatını kolaylaştıracak yöntemleri tercih ediyorlar. Bir ürünü fahiş fiyattan satıp köşesine çekilmektense müşteri ile uzun süreli sağlıklı bir iş ilişkisi kurmanın daha karlı olduğunu fark etmiş durumdalar. “Müşterini Önemse” yazımızda da bütün detayları ve püf noktalarını bulabileceğiniz gibi müşteri memnuniyeti odaklı iş modelleri bu dijital dünyanın vazgeçilmez ögesi. Bankacılık sektörü bu duruma bir istisna değil. Harcama takibinin ve bütçe tutturmanın bu kadar zorlaştığı günümüz dünyasında, müşterilerin finansal dünyasının kalbinde yer alan bankalar da müşteriye zorla kredi kartı satan kurumlar olarak kalamazlar artık. Mobil şube üzerinden her bankacılık işleminizi yapabildiğiniz gibi adeta bir banka personeli gibi size yardım eden asistanlar da bulunuyor. QNB Finansbank’ın dijital zekası Q bunun çok güzel bir örneği. Çoğu bankada bankacılık işlemlerinde size yardım etmek için bir dijital asistan yer alıyor fakat çoğu ya size otomatik cevap veren bir bot veya ancak bir sorununuz olduğunda sizinle ilgilenen bir banka personeli. Dijitalleşen dünyanın ihtiyacını daha pandemi öncesinde fark edip müşterilerin daha onlar bir talimat vermeden veya onların bir sorunu ortaya çıkmadan, geçmiş işlemleri üzerinden ödeme davranışlarını inceleyerek onlara ödemeyi önden hatırlatan bir akıllı, dijital zeka geliştirdik. Benim de içinde keyifle yer aldığım bir proje olduğu için söylemiyorum ama bir kere deneyimleyince bir bankanın mobil şubesinde yaptığınız iki üç parmak hareketi bile fazla gelebiliyor. Self servis hayatın bankacılığa yüklediği misyon da bu zaten; müşterilerin yoğun hayat temposunda atlama veya ihmal etme ihtimaline karşın finansal hayatlarını yürütmede yardımcı olmak. Bu asistanlık görevinin tanımı da müşterilere ek bir sorumluluk yüklemeden, bazen ihtiyaçlarının farkında olmasalar bile onlar için devreye giren bir yardımcı olmak.

Finansal ve finansal olmayan bütün kurumların sadece ve sadece, kayıtsız, şartsız bizim hayatımızı daha kolay hale getirmek için gösterdiği bütün çabalara teşekkür ederiz fakat yine de kişisel bütçemizi düzgün yönetmenin asıl sorumluluğu hala bizim sırtımızda. Özellikle de çizdiğimiz çok da aydınlık olmayan gelecek portresinin karşısında otururken. Finans uzmanları her ne kadar bunu çok karmaşık gibi anlatmayı sevse de kişisel bütçenizi tutturmanın basit bir formülü var; gelirin giderden büyük olması. Şu anki gibi enflasyonist ortamlarda bunun daha karmaşık hale geldiğine katılıyorum ve işin yatırım kısmına yazının ilerleyen kısmında değineceğiz fakat sürtünmesiz bir dünyada kişisel bütçe bir toplama, çıkarma işlemi kadar basit. Ülkemizde kişisel bütçesini kredi kartı ekstresi üzerinden takip etmek gibi bir alışkanlık var fakat bu yöntemde ipin ucu kaçtığı zaman sonu gelmez bir borç sarmalına girip o karmaşık bütçe yönetim yöntemlerine başvurmak işten bile değil. Bunun için aylık bütçemizi bir muhasebeci kadar detaylı olmasa da bir şekilde gelir-gider dengesi üzerinden kontrol etmekte fayda var. Bunu bir Türk filmi sahnesindeymiş gibi, ay başlarında dramatik bir ışık altında kağıt kalemle yapmak bir tercih; fakat dijitalleşen dünyada bunu telefonunuzdaki basit bir uygulamadan, daha neşeli ve kolay bir hale getirmek daha uygun görünüyor. Dünyada kişisel bütçenizi ve arkadaşlarınızla paylaştığınız masraflarınızı takip edebileceğiniz Mint gibi popüler uygulamalar bulunuyor. Türkiye’de bu tip bütçe uygulamaları çok popüler olmasa da içinde bankanın cüzdanını barındıran Kassa bunun güzel bir örneği. Kassa içinde hem kendi kişisel bütçenizi rahatça takip edebiliyorsunuz hem de örneğin arkadaşlarınızla bir yemek paylaştığınızda icra memuru gibi kapısına gidip borcunuzu tahsil etmekle uğraşmadan masraflarınızı paylaşabiliyorsunuz. Tabii hangisinin daha zevkli olduğunun kararını okuyucuya bırakıyorum. Her ne kadar kişisel bütçemizi günü gününe takip etsek de hayat karşımıza her zaman beklenmedik masraflar çıkarabiliyor. Bu durumda da yine başvurduğumuz adres -çevremizde kimsenin bize borç vermediği durumlarda- bankalar oluyor. Türkiye’deki bankalar yıllardır belirsiz bir ekonomi içinde kendilerine manevra alanı yaratacak, karlı bir iş modeli olarak ayakta kalmalarını sağlayacak kredi ürünleri konusunda oldukça yaratıcı olmuşlardır. Bankacılık sektörümüz kredi, kredi kartı özellikleri ve ürün gamı açısından şaşırtıcı bir şekilde Avrupa’dan daha çok çeşitliliğe ve bilgi birikimine sahip. Buna zor durumlarda artan yaratıcılık penceresinden de bakabiliriz, Türkiye gibi ekonomik olarak günü gününe uymayan bir ülkedeki halkın her gün değişen ihtiyaçlarına cevap verme olarak da yorumlayabiliriz. Avrupa’daki gelişmiş ekonomilerde kredi pazarı Türkiye’ye göre daha sığ, kredi kartları ise neredeyse bir banka kartı olarak kullanılıyor. Fakat son dönemdeki ekonomik konjonktürdeki değişimler, demografinin sürekli değişmesi oradaki yaratıcılığı da tetiklemeye başladı. Taksit dünyasına biz yeterince hakimiz ama Avrupa’da bu eksikliği Klarna gibi Buy Now Pay Later (BNPL) hizmeti sunan teknoloji şirketleri kapatmaya çalışıyor.

BNPL’nin işleyişi (en azından müşteri gözünden) bizim için yabancı değil; herhangi bir harcamanızı sonradan taksitlendirmenizi sağlıyor. Klarna bunu arkasında birden fazla banka ile anlaşarak ve bu sayede müşteriye kart limitlerini zorlamadan birden fazla seçenek sunarak yapıyor. Bu iş modelinin potansiyeli sayesinde şirketin değerlemesi de önceden hayal edilemez seviyelere ulaştı. Son dönemde faizlerin yukarı gitmesi ile paranın değerinin ve fırsat maliyetinin artmasının sonucunda değer-lemelerinde aşağı yönlü ufak bir ayarlama olsa da bu iş modelinin validasyonunu geçersiz kılmıyor. Bunlara ek olarak, bu yazının konusu olmasa da dünyanın daha önce görmediği bir göçmen sorunuyla karşı karşıyayız. Yasadışı göçmenler gündemi çokça meşgul etse de aslında kalifiye, gelişmiş ülkelere daha iyi hayat koşulları için çalışmaya giden yasal göçmen de azımsanmayacak kadar fazla ve bu durum finansal sistemin işleyişi açısından bir belirsizliği de beraberinde getiriyor. Bu sisteme yeni gelen olası müşterilerin bir kredi tarihçesi yok, bu yüzden de o ülkede yıllardır yaşamış bir vatandaş kadar kolayca kredi veya kredi kartı sahibi olamıyorlar. Bu sosyal eşitsizliğin çözümü için özellikle İngiltere’de credit builder cards adı verilen ürünler sunan şirketler ortaya çıkmaya başladı.

Bankacılık sisteminin dışında bırakılmış kişilere düşük limitli kredi kartları verip onların ödeme-harcama performanslarına göre limitlerini yavaş yavaş arttırarak onların kredi tarihçesini oluşturuyorlar. Bu tip ürünler sosyal eşitsizliğe alternatif bir çözüm yaratsa da tabii ki bir amme hizmeti olarak yapılmıyorlar. Riskli müşterilere bu ürünü sundukları için uygulanan faizler oldukça yüksek ve risklerin doğru yönetildiği durumda oldukça karlı bir iş modeli.

Şu ana kadar bütçemizi tutturmak asıl irdelediğimiz konu oldu fakat paranın diğer bir yüzü de var. Bütçemizi doğru yönettiğimiz ideal senaryoda biraz para arttırmak her zaman hedefimiz olmalı. Ülke olarak sabah uyanmayı reddettiğimiz Ekonomi 101 dersine yeniden dönecek olursak; yatırım da tüketim gibi finansal sistemin en önemli parçalarından biri. Bu yatırımı bazen ileride çocuklarımıza bir şeyler bırakmak için, bazen zor zamanlarda kullanmak için bazen de şu anki gibi enflasyonist ortamlarda paramızın değerini korumak için yaparız. Bu bağlamda son birkaç yılın en popüler yatırım başlıklarından biri hepimizin bildiği gibi bitcoin. Bitcoin ve onun blockchain sistemi üzerinden temellenen merkeziyetsiz yapısının teknik detaylarına hiç girmeyeceğim zira bütün bunları blockchain ve yeni nesil teknolojileri anlattığımız yazımızda bulabilirsiniz; fakat şu kesin ki fikrin kendisi bile teknolojinin şekillendirdiği geleceğin global finansal sisteminin para birimini hayal ettiriyor insanlara. Arkasında bir dayanak veya değer olmayan, devletlerin ülke ekonomilerini ayakta tutmak için manipüle edemedikleri bir para arzı ne kadar arzu edilir veya ne kadar sağlıklı olur konusunda soru işaretlerim olsa da büyük konuşmak istemiyorum. Zira bu tip teknolojilerin tarih boyunca dünyayı değiştireceği iddia edildi; bazıları kendilerine hayatta kalacak bir yöntem ve sistemin içinde yer buldu, bazılarının ise çöküşü yükselişlerinden çok daha hızlı ve yıkıcı oldu. Bitcoin açısından insanları heyecanlandıran iki ana sebep var. İlk sebep felsefi; sistemi komple değiştireceğini ve “şeytani” finansal organizasyonların tekelinden çıkaracağını iddia eden her fikrin romantik bir heyecana sebep olması kaçınılmaz. İkinci ve bence daha önemli sebep ise insanların kolay yoldan zengin olma isteği. Fakat işin temeline inersek, birkaç yazılımcının ücretsiz para gönderimi için kolay bir ödeme yöntemi olarak hayal ettikleri bitcoin bağlamından kopmuş durumda ve şu anda bir yatırım aracı olarak görünüyor; çok da kolay manipüle edilebilen bir araç.

Bitcoin gibi görece daha riskli varlıklara ilginin arkasında makroekonomik bir gerçek de yatıyor. Son 1 yıla kadar düşük faizler sebebiyle dünyadaki para arzı oldukça fazlaydı ve bu da paranın değerini oldukça düşürdü. Büyük yatırımcılar ellerindeki paradan istedikleri getiriyi geleneksel yollarla elde edemedikleri için yüksek riskli varlıklara yöneldiler ve bunlardan biri de bitcoin. Bu dönemde startup’lar da bu bolluktan payını aldı ve büyük yatırımcılar için bir yatırım aracı olarak çok ciddi değerlemelere ulaştılar. Fakat son dönemde faizlerin yükselmesinin sonucunda sıcak para yeniden değerli ve elde tutması maliyetli bir varlık haline gelince riskli yatırım araçlarının değerlemelerinde de düzeltmeler oldu. Bunun gibi değişen koşullarda biz, mütevazı yatırımcılar olarak adımlarımızı dikkatli atmalıyız. Bu demek değil ki bütün yatırım araçlarından uzak duracağız; zira paramızın her gün değer kaybettiği ortamda ay içindeki harcamalarımızdan arttırdığımız tutarları bir yatırım aracında değerlendirmek bir lüks değil, gereklilik. Artık bu eskisi kadar maliyetli de değil; Midas gibi uygulamalar ile artık görece düşük işlem maliyetleri ile dünyanın öbür ucundaki bir şirketin hissesini alıp yatırım yapabiliyoruz ve artık bunun için büyük paralara da ihtiyaç yok. Fakat bitcoin gibi riskli varlıklara yatırım yaparken adımlarımızı dikkatli atmalıyız. Hızlı para kazanma hissi mevcut global kapitalist sistemi inşa eden şey ama arkasında bir değer olmayan bu tip varlıklarla oynarken balinalar tarafından yutulan fanus balığı olmak işten bile değil. Yatırım yaparken en önemli unsurun risk yönetimi ve bunun için de en kolay yöntemin portföy çeşitlendirmesi olduğu unutulmamalı.

Faizin yukarı yönlü hareket ettiği ve paranın değerli hale geldiği ekonomilerde en önemli yatırım araçlarından biri faize endeksli devlet kağıtları veya daha geleneksel ve bireysel yatırımcı için ulaşılması kolay vadeli mevduat gibi ürünlerdir. Türkiye her dönemde çıkardığı yaratıcı vadeli mevduat ürünleri ile bireysel yatırımcı için işleri basitleştirse de aslında oda sıcaklığında, faizin bu kadar değişken olduğu durumlarda en iyi faiz oranını bulmak başlı başına bir uğraş. Tabi ki cebimizdeki telefonlardan her bankanın faiz oranlarını görebiliyoruz fakat bize özel faiz oranlarını öğrenebilmek için ya bir müşteri temsilcisinin molasını zehir etmeniz ya da şehirde şube şube gezip kazanacağınız ek faiz gelirini de benzin parasına çevirmeniz gerekiyor. Hayatımızın diğer her alanını tek aracıdan yönetmeye alıştığımız bir dünyada tabi ki bunun da bir çaresi olmalıydı. Pandemi Türkiye için bu süreci de hızlandırdı; dünyanın geri kalanının bir süredir aşina olduğu açık bankacılık evreninin yasal çerçevesini BDDK ve Merkez Bankası iki farklı koldan “Açık Bankacılık” ve “Servis Bankacılığı” yönetmelikleri ile Türkiye’de de çizdi. Bu yönetmeliklerin teknik detayları bizi değil bankacıları ilgilendiriyor (bu yazıyı bankacıların okumayacağı varsayımı ile kurulmuş aleni hatalı bir cümle), fakat bankacılık müşterileri için finansal ekosistemi değiştireceği kesin. Artık mobil bankacılık şubelerinizden diğer bütün bankalardaki hesaplarınızı görüntüleyebilecek ve belli başlı işlemleri yapabileceğiniz gibi, artık banka ile alakası olmayan uygulamaların arkasına bir banka alarak size bankacılık hizmeti sunduğuna tanık olacaksınız.

İki yönetmelik de farklı yönlerden bankacılığın açık ve ulaşılabilir hale gelmesine hizmet ediyor gibi görünse de ekonomik teori açısından bir ayrılmayı da ironik olarak temsil ediyor. Bir tanesi neoliberal ekonominin en önemli kavramlarından biri olan finansal konsolidasyona, bir tanesi de eski liberal ekonominin vazgeçilmez unsuru olan rekabete hizmet ediyor. Pratikte ise bireysel kullanıcılara bu birçok fayda ve kolaylık getirebileceği gibi finansal kurumların işinin zorlaşacağına da işaret. Basit bir akıl yürütme yaparsak, yönetmeliğin gerekliliklerini yerine getiren her şirket bankacılık hizmeti sunabileceği gibi aynı zamanda bütün bu hizmetlere tek bir uygulamadan da ulaşılabilecek. Bu değişen ekosistemde yakında lansmanı yapılacak Lidy de yerini almış durumda. Faizin değerli bir yatırım aracı haline geldiği ortamda, Lidy biraz önce bahsettiğim kapı kapı dolaşıp size özel faiz aramanızı kolaylaştıracak bir uygulama olarak karşımıza çıkıyor. Artık bütün bankalardaki vadeli mevduatlarınızı Lidy üzerinden yönetebileceğiniz gibi her bankadan size özel faizleri de alma şansınız olacak. Bankalar olarak bu tip “aggregator” uygulamalarını sevmeyiz zira bizleri bu kadar kolay ve hızlı terk etmelerini kabullenmek, hele ki rekabetin bu kadar sertleştiği bir ekosistemde oldukça zor. Fakat dışarıdan gelip disrupt edilmektense biz, Lidy ile birlikte sistemi disrupt etmeyi tercih ettik. Daha önceden de bahsettiğim gibi kurumlar müşterileri zorla ellerinde tutmaya çalışamazlar artık; müşteriler için verinin tek yerde toplandığı, kurumlar için de her müşterinin bir noktada veri olarak göründüğü dijital dünyada kişiye özel deneyim bulunmaz bir nimet olduğu kadar en düşük beklenti standardımız olmalı. Risklerin arttığı bir dünyada en aşina olduğumuz yatırım aracını bu sayede tek yerden yönetme şansı elde edeceğiz. Bu Lidy için de bir başlangıç, zira vadeli mevduat faizi ile başladıkları bu çetin yola müşterilerin ihtiyaç duyduğu diğer bankacılık ürünlerini de zamanla eklemeyi ve bu sayede bankaların dijital asistanlarına da rakip olmayı hedefliyor. İleride üzerinde banka logosu olmayan bir uygulama üzerinden bütün finansal ihtiyaçlarınızı, hem de artık rekabet size hizmet ederken karşılayabileceksiniz. Çerçevesi çizilen ama resmin hala bulanık olduğu açık bankacılık ekosisteminde rekabet adı altında kan, ter, gözyaşının döküleceği şüphesiz; Lidy bu resmi bizim için oldukça basitleştirecek.

Sadece ülkemiz özelinde değil, dünya genelinde de ekonomik belirsizliklerin bu kadar arttığı ortamda finansal sağlığımızı korumak önemli olduğu kadar zor da bir görev. Bu yazıda değişen dünya düzeninde kendi bütçemizi nasıl yöneteceğimize dair akıl yürütmeye çalıştık fakat katiyen niyetimiz akıl vermek değildi. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki her gün yeni bir gündeme uyandığımız, zamlarla boğuştuğumuz hayatlarımızın finansal yönetimi, birkaç sayfalık yazıda anlatılanlar kadar kolay değil. Kontrol edemediğimiz risklerin arttığı ortamlarda önemli olan sakin kalmak ve hem ekonomide hem de bütçemizde olan bitenin farkında olup pozisyonumuzu ona göre almak. Bu sakinlik de ancak kendimizi eğitip finansal okuryazarlığımızı arttırarak kazanabileceğimiz bir yeti; bu sayede kaosun ortaya çıkardığı irrasyonel heyecanlara kapılmamak elimizde. Bu yolda hepimize şans dilediğim gibi böyle bir yazıyı özlü bir sözle bitirmek her ne kadar gelenek olsa da fuzuli bir çaba olduğunu da bize bu sakinlik öğretecek.

BAŞA DÖN

Çerez Kullanımı

Çerezler açıktır. Şu an web sitemizin tamamen optimize edilmiş halini görmektesiniz. Ayrıntılı bilgi için Çerez Politikamızı inceleyiniz.